Şair Yusuf Hayaloğlu’nun yazdığı ve Ahmet Kaya’nın seslendirdiği “Biz üç kişiydik” türküsünü her dinlediğimde gözlerimin önüne gelen üçlü biz olurduk.
Biz dediğim kimler mi oluyor? Aslında beni yakından tanıyan dostlarım kimleri kastettiğimi tahmin etmiştir. Biz dediğim kişiler yıllardır birlikte olduğumuz İbrahim Korkmaz, Yücel Doğanşahin ve bendim.
“Biz üç kişiydik Bedirhan Nazlıcan ve ben
Üç ağız üç yürek üç yeminli fişek
Adımız bela diye yazılmıştı dağlara taşlara
Boynumuzda ağır vebal koynumuzda çapraz tüfek.”
Evet, bizler yıllardır iyi günde, kötü günde ayrılmaz bir üçlüydük. Yıllardır severek dinlediğim bu ölümsüz türküyü şimdi yine dinliyorum, yanaklarımdan bir yağmur gibi süzülerek akan gözyaşları arasında.
Ağlıyorum çünkü “Biz üç kişiydik” türküsündeki Nazlıcan’ımız olan Yücel Doğanşahin artık yanımızda değil. Yıllardır omuz omuza mücadele ettiğim kaderdaşım, arkadaşım, dostum, dosttan öte can yoldaşım olan Yücel Hanım, 14 Aralık 2020 tarihinde Covid-19 teşhisi ile hastaneye kaldırılmış ve beş günü yoğun bakımda olmak üzere birkaç günde serviste tedavi gördükten sonra iyileşerek eve çıkmıştı.
2002 yılından itibaren hiç kimseye bağımlı olmadan tek başına yaşayarak kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kişiydi. Her yönüyle engelli-engelsiz birçok kişiye örnek olmuş ve olmaya da devam ediyordu.
Yakalandığı Covid-19 nedeniyle sağlığının olumsuz etkilendiğini ve artık yalnız yaşamasının imkânsız olduğunu düşünerek Ankara’ya kardeşlerinin yanına taşınarak yerleşmeye karar verdiğini söyledi. Bundan sonraki yaşamını devam ettireceği Ankara’ya gitmek üzere 13 Şubat günü sabah erken saatlerde Malatya’dan ayrılarak gitti. Daha doğrusu ayrılmak zorunda kaldı diyebiliriz.
Vakitsiz dalından koparak rüzgârda savrulan bir hazan yaprağı gibi yanımızdan uçup gitti.
Çaresizlik içerisinde kaldığı için bu kararı aldığını biliyordum. Birkaç yıl önce annesi Hesna Teyze ile babası Vehbi Amcanın altı ay arayla vefat etmesiyle yalnız kalmasına rağmen böyle bir karar almamıştı. Bu defaki kararın altında yaşadığı ve onu derinden etkileyen çaresizlik duygusu yatıyordu.
Onun yaşadığı ve hissettiği bu çaresizlik duygusunun nasıl bir şey olduğunu, insanın elini kolunu bağlayarak içten içe ruhunda derin yaralar açtığını en iyi anlayanlardan biriydim. Çünkü aynı çaresizlik duyguları nedeniyle (Gitme burada kal.) diyemedim.
Bana gideceğini söylediği andan itibaren duyduğum üzüntüyü ifade edecek ve dile getirecek kelimeleri bulamıyorum. Çünkü yaşadığım ömrümün yarısını yani 26 yılını onunla birlikte yan yana geçirdik.
Gerek yıllarca omuz omuza mücadele verdiğimiz (Türkiye Sakatlar Derneği Malatya Şubesi) çatısı altında gerekse de özel yaşantımızda günün büyük çoğunluğunu birlikte geçirirdik.
O benim için bir arkadaştı, o bir sırdaştı, o bir dosttu, o dosttan öte bir candı. O benim aynı sorunları yaşadığımız kader arkadaşımdı, o benim omuz omuza verdiğimiz mücadele yoldaşımdı, o benim bu dünyada en çok değer verdiğim ve sevdiğim insandı.
Birlikte aynı sofraya oturup aynı tabakta yedik, aynı bardakta içtik, aynı havayı teneffüs ettik. Aynı duyguları paylaşarak birlikte güldük, birlikte eğlendik, birlikte ağladık. Acıyı bal eyler gibi her şeyimizi birbirimize katık eyledik.
Yaşadığımız acılarımızı, üzüntülerimizi ve hüzünlerimizi bir nebzede olsa azaltabilmek için birbirimize sarıldık ve gözyaşlarımız birbirine karışırcasına ağladık. Karşılaştığımız zorluklara birlikte göğüs gerdik.
Sevinçlerimizi, mutluluklarımızı daha da çoğaltabilmek için ilk önce birbirimizle paylaştık. Birbirimize kenetlenerek yaşadığımız tüm olumsuzlukların inadına hayata gülerek baktık ve mutluluklarımızı çoğalttık.
Yeri geldi birbirimizle çok tartıştık, hem de kıran kırana, ne tartışmalar yaptık. Yeri geldi birbirimizle çok kavga ettik. Yeri geldi incindik, yeri geldi incittik. Ama bir güne bir gün birbirimizi ne kırdık, ne de kırıldık. Birbirimize karşı ne saygımızı yitirdik ne de sevgimizi.
Çünkü biliyorduk ki bu tartışmalarımız, bu kavgalarımız birbirimizin iyiliği ve güzelliği içindi. Yanlışlarımızı düzelterek doğruları bulmamız ve yapmamız içindi.
Şunu da hemen belirteyim ki bu tartışmalarımız ile bu kavgalarımızdan bir tanesinin dahi kendi şahsi sorunlarımızla uzaktan yakından en ufak bir alakası yoktu. Hepsi dernek çalışmalarımızda vermiş olduğumuz mücadeleyle ve engellilerle ilgiliydi.
Onunla birlikte tıpkı etle tırnak gibiydik. Cansız bedene hayat veren birer ruh gibiydik. Aramızdaki bu birlikteliğin bu diyalogun bir adı var mıdır bilemiyorum? Tek bildiğim bu hayatta birbirini bu kadar çok seven, bu kadar çok değer veren, birbirinin ses tonumdan, duruşundan, yüz hatlarından ya da gözlerine bir bakmayla içinden geçen duyguları anlayan ve nasıl bir ruh hali içerisinde bulunduğunu hisseden bir dostluğumuzun olduğudur.
Bizim bu birlikteliğimizi ve kopmaz bağımızı görenlerin birçoğu imrenirdi. Birimizden birimizi tek görenler ilk olarak diğerimizi sormak olurdu. Aramızdaki bu bağın, diyalogun maddi anlamdan çok manevi bir boyutu vardı. Bu birlikteliğimizde hiçbir zaman maddiyata en ufak bir değer vermedik. Birbirimize her konuda olduğu gibi maddi anlamda da sonsuz bir güven duyardık.
Dernek hayatımda 21 yıl süresince vermiş olduğum mücadele başta olmak üzere yazmış olduğum kitaplar ile eğitime devam ederek önce lise, sonra ön lisans ve şu anda lisans okuyarak elde ettiğim tüm başarıların arkasında onun verdiği destek ve güç yatmaktadır. Benim üzerimde emeği çok var. Bu nedenle hakkını helal etmesini diliyorum. Yolu açık olsun…
İnsanlar babalarını kaybedince “Sırtımı yasladığım dağımı kaybettim.” derler ya işte bende şu an onun gibi bir duygu içindeyim. Bu duyguyu bir babamı kaybettiğimde yaşamıştım birde şimdi yaşıyorum. Çünkü o benim için sırtımı yasladığım koca bir dağdı hatta bir dağdan daha ötesiydi.
Bundan sonra paylaşılınca çoğalması gereken sevinçlerim ile mutluluklarımın bir yanı hep eksik kalacak… Azalması gereken üzüntülerim ile acılarım ise katmerlenerek artacak…
Kulağımda Ahmet Kaya’nın sesi:
“Biz üç kişiydik.. üç intihar çiçeği..
Bedirhan, Nazlıcan,
Ve ben: Suphi!...”
Yolun açık olsun Nazlıcan, bil ki geride bıraktığın bu can nerede olursan ol seni unutmayacak.
Biz dediğim kimler mi oluyor? Aslında beni yakından tanıyan dostlarım kimleri kastettiğimi tahmin etmiştir. Biz dediğim kişiler yıllardır birlikte olduğumuz İbrahim Korkmaz, Yücel Doğanşahin ve bendim.
“Biz üç kişiydik Bedirhan Nazlıcan ve ben
Üç ağız üç yürek üç yeminli fişek
Adımız bela diye yazılmıştı dağlara taşlara
Boynumuzda ağır vebal koynumuzda çapraz tüfek.”
Evet, bizler yıllardır iyi günde, kötü günde ayrılmaz bir üçlüydük. Yıllardır severek dinlediğim bu ölümsüz türküyü şimdi yine dinliyorum, yanaklarımdan bir yağmur gibi süzülerek akan gözyaşları arasında.
Ağlıyorum çünkü “Biz üç kişiydik” türküsündeki Nazlıcan’ımız olan Yücel Doğanşahin artık yanımızda değil. Yıllardır omuz omuza mücadele ettiğim kaderdaşım, arkadaşım, dostum, dosttan öte can yoldaşım olan Yücel Hanım, 14 Aralık 2020 tarihinde Covid-19 teşhisi ile hastaneye kaldırılmış ve beş günü yoğun bakımda olmak üzere birkaç günde serviste tedavi gördükten sonra iyileşerek eve çıkmıştı.
2002 yılından itibaren hiç kimseye bağımlı olmadan tek başına yaşayarak kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kişiydi. Her yönüyle engelli-engelsiz birçok kişiye örnek olmuş ve olmaya da devam ediyordu.
Yakalandığı Covid-19 nedeniyle sağlığının olumsuz etkilendiğini ve artık yalnız yaşamasının imkânsız olduğunu düşünerek Ankara’ya kardeşlerinin yanına taşınarak yerleşmeye karar verdiğini söyledi. Bundan sonraki yaşamını devam ettireceği Ankara’ya gitmek üzere 13 Şubat günü sabah erken saatlerde Malatya’dan ayrılarak gitti. Daha doğrusu ayrılmak zorunda kaldı diyebiliriz.
Vakitsiz dalından koparak rüzgârda savrulan bir hazan yaprağı gibi yanımızdan uçup gitti.
Çaresizlik içerisinde kaldığı için bu kararı aldığını biliyordum. Birkaç yıl önce annesi Hesna Teyze ile babası Vehbi Amcanın altı ay arayla vefat etmesiyle yalnız kalmasına rağmen böyle bir karar almamıştı. Bu defaki kararın altında yaşadığı ve onu derinden etkileyen çaresizlik duygusu yatıyordu.
Onun yaşadığı ve hissettiği bu çaresizlik duygusunun nasıl bir şey olduğunu, insanın elini kolunu bağlayarak içten içe ruhunda derin yaralar açtığını en iyi anlayanlardan biriydim. Çünkü aynı çaresizlik duyguları nedeniyle (Gitme burada kal.) diyemedim.
Bana gideceğini söylediği andan itibaren duyduğum üzüntüyü ifade edecek ve dile getirecek kelimeleri bulamıyorum. Çünkü yaşadığım ömrümün yarısını yani 26 yılını onunla birlikte yan yana geçirdik.
Gerek yıllarca omuz omuza mücadele verdiğimiz (Türkiye Sakatlar Derneği Malatya Şubesi) çatısı altında gerekse de özel yaşantımızda günün büyük çoğunluğunu birlikte geçirirdik.
O benim için bir arkadaştı, o bir sırdaştı, o bir dosttu, o dosttan öte bir candı. O benim aynı sorunları yaşadığımız kader arkadaşımdı, o benim omuz omuza verdiğimiz mücadele yoldaşımdı, o benim bu dünyada en çok değer verdiğim ve sevdiğim insandı.
Birlikte aynı sofraya oturup aynı tabakta yedik, aynı bardakta içtik, aynı havayı teneffüs ettik. Aynı duyguları paylaşarak birlikte güldük, birlikte eğlendik, birlikte ağladık. Acıyı bal eyler gibi her şeyimizi birbirimize katık eyledik.
Yaşadığımız acılarımızı, üzüntülerimizi ve hüzünlerimizi bir nebzede olsa azaltabilmek için birbirimize sarıldık ve gözyaşlarımız birbirine karışırcasına ağladık. Karşılaştığımız zorluklara birlikte göğüs gerdik.
Sevinçlerimizi, mutluluklarımızı daha da çoğaltabilmek için ilk önce birbirimizle paylaştık. Birbirimize kenetlenerek yaşadığımız tüm olumsuzlukların inadına hayata gülerek baktık ve mutluluklarımızı çoğalttık.
Yeri geldi birbirimizle çok tartıştık, hem de kıran kırana, ne tartışmalar yaptık. Yeri geldi birbirimizle çok kavga ettik. Yeri geldi incindik, yeri geldi incittik. Ama bir güne bir gün birbirimizi ne kırdık, ne de kırıldık. Birbirimize karşı ne saygımızı yitirdik ne de sevgimizi.
Çünkü biliyorduk ki bu tartışmalarımız, bu kavgalarımız birbirimizin iyiliği ve güzelliği içindi. Yanlışlarımızı düzelterek doğruları bulmamız ve yapmamız içindi.
Şunu da hemen belirteyim ki bu tartışmalarımız ile bu kavgalarımızdan bir tanesinin dahi kendi şahsi sorunlarımızla uzaktan yakından en ufak bir alakası yoktu. Hepsi dernek çalışmalarımızda vermiş olduğumuz mücadeleyle ve engellilerle ilgiliydi.
Onunla birlikte tıpkı etle tırnak gibiydik. Cansız bedene hayat veren birer ruh gibiydik. Aramızdaki bu birlikteliğin bu diyalogun bir adı var mıdır bilemiyorum? Tek bildiğim bu hayatta birbirini bu kadar çok seven, bu kadar çok değer veren, birbirinin ses tonumdan, duruşundan, yüz hatlarından ya da gözlerine bir bakmayla içinden geçen duyguları anlayan ve nasıl bir ruh hali içerisinde bulunduğunu hisseden bir dostluğumuzun olduğudur.
Bizim bu birlikteliğimizi ve kopmaz bağımızı görenlerin birçoğu imrenirdi. Birimizden birimizi tek görenler ilk olarak diğerimizi sormak olurdu. Aramızdaki bu bağın, diyalogun maddi anlamdan çok manevi bir boyutu vardı. Bu birlikteliğimizde hiçbir zaman maddiyata en ufak bir değer vermedik. Birbirimize her konuda olduğu gibi maddi anlamda da sonsuz bir güven duyardık.
Dernek hayatımda 21 yıl süresince vermiş olduğum mücadele başta olmak üzere yazmış olduğum kitaplar ile eğitime devam ederek önce lise, sonra ön lisans ve şu anda lisans okuyarak elde ettiğim tüm başarıların arkasında onun verdiği destek ve güç yatmaktadır. Benim üzerimde emeği çok var. Bu nedenle hakkını helal etmesini diliyorum. Yolu açık olsun…
İnsanlar babalarını kaybedince “Sırtımı yasladığım dağımı kaybettim.” derler ya işte bende şu an onun gibi bir duygu içindeyim. Bu duyguyu bir babamı kaybettiğimde yaşamıştım birde şimdi yaşıyorum. Çünkü o benim için sırtımı yasladığım koca bir dağdı hatta bir dağdan daha ötesiydi.
Bundan sonra paylaşılınca çoğalması gereken sevinçlerim ile mutluluklarımın bir yanı hep eksik kalacak… Azalması gereken üzüntülerim ile acılarım ise katmerlenerek artacak…
Kulağımda Ahmet Kaya’nın sesi:
“Biz üç kişiydik.. üç intihar çiçeği..
Bedirhan, Nazlıcan,
Ve ben: Suphi!...”
Yolun açık olsun Nazlıcan, bil ki geride bıraktığın bu can nerede olursan ol seni unutmayacak.