Merhaba sevgili okuyucularım…
Daha önce değişik mahalli basında yazdığım köşe yazılarıma uzun bir süre ara vermiştim. Bundan sonra basın yayınlarına haftalık olarak devam eden “Malatya Tarafsız” gazetesinde sizlere atalarımızın vatanımızın kurtarılması için canlarını feda ederek bize bir vatan bıraktıklarını, savaşlarımızı, cephe anılarını, şehitlik ve gaziliği zamanla anlatmaya, yazmaya başlayacağım.
Sevgili okuyucularım bu hafta tarihimizde kahramanlıkları ifade eden Türk Destanlarıyla başlayacağım. Destan kelimesi dilimizde çeşitli anlamları kapsadığından hikâye, efsane, masallarda ağızdan ağıza sözlü gelenekle yapılmışlardır. Tabii çoğu destanlarımızın kahramanları efsaneleşmiş kişilerdir. Destanlar bir ulusun ortak malı olup bazen de bir ülkenin kuruluşunda yer alan kahramanları anlatmaktadır. Çünkü destanlar bir ölçüde adandığı ülkenin tarihçesidir.
Tarihimizde bilinen en eski Türk destanları, Türk destanları diye bilinen ilk Türk Devleti “Sakalar” çağından kalma Alp Er Tunga ve Şu destanlarıdır. Alp Er Tunga, Türk-İran savaşlarında yiğitliğiyle tanınan Türk kahramanının adıdır. “Şu “ destanın kahramanı olan “Şu“ , Milattan önce 4.yüzyılda yaşamış bir Saka Hükümdarı olduğu sanılmaktadır.
Destan, Makedonyalı Büyük İskender’in Asya seferinde Türklerle savaşmayı göze alamadığını ve İskender ordularına bir gece baskını yapan Türklere nasıl yenildiğini dile getirmektedir.
Alp Er Tunga ve Şu destanlarından sonra bilinen en eski Türk destanı Oğuz Destanıdır. Destanın Uygur harflerle yazılmış olan asıl metni Fransa’nın Paris kütüphanesinde bulunmaktadır.
Sevgili okuyucularım, Oğuz Han destanında;
“ Günlerden bir gün Ay Hakan’ın göğsü yarılıp yavruladı. Erkek oğul doğurdu. Bu çocuğun yüzü mavi. Ağzı ateş gibi kızıl, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Güzel perilerden daha güzeldi. Çocuk annesinden ilk sütü emdi, bir daha emmedi. Dile gelmeye başladı, kırk gün sonra büyüdü, yürüdü, oynadı. Ayakları öküz ayakları gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibiydi. Bütün vücudu tüylü idi. At sürüleri güder atlara binerdi. Günler ve gecelerden sonra bir yiğit oldu…
O çağda bu yerde büyük bir orman vardı. Birçok dereler ve ırmakları olduğundan burada avlar ve kuşlar çoktu. Bu ormanda büyük bir “gergedan yaşadığından at sürülerini ve halkı yerdi. Oğuz Han, bu gergedan’ avlamak diledi. Günlerden bir gün mızrak, yay, ok, kalkan ve kılıç ile ava çıktı. Bir geyik ele geçirip onu söğüt dalıyla bir ağaca bağladı ve gitti. Sabah olup tan yeri ağardığında gelip gördü ki gergedan, geyiği almış. Gene bir ayıyı yakalayıp yine ağaca bağlayıp gitti. Yine sabah olup tan yeri ağardığında gelip gördü ki gergedan ayıyı da almış.
Bu sefer o ağacın dibinde durdu. Karanlık olup gergedan geldi ve başıyla Oğuz’un kalkanına vurunca Oğuz da kargı ile gergedanın başını vurarak onu öldürdü. Kılıcıyla başını kesti, aldı, gitti…
Gene günün birinde, bir yerde Oğuz Han tanrıya yalvarmakta idi. Karanlık bastı, gökten bir mavi ışık indi. Günden, aydan daha parlaktı. Oğuz bu ışığa doğru yürüdü ve gördü ki o ışığın içinde bir kız vardı. Yalnız oturuyordu, çok güzel bir kızdı, başında ateşli ve parlak bir beni vardı. O kız öyle güzeldi ki gülse Gök Tanrısı gülüyor, ağlasa Gök Tanrısı da ağlıyordu. Oğuz onu görünce deliye döndü, gitti, sevdi, aldı…
Günler ve gecelerden sonra üç tane oğlan doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız adlarını koydular. Gene bir gün Oğuz han, ava gitti. Karşısında bir gölün ortasında bir ağaç gördü. Bu ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu, çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha mavi, saçları ırmak gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. Oğuz onu görünce aklı başından gitti, yüreğine ateş düştü, onu sevdi, aldı…
Günlerden ve gecelerden sonra üç erkek çocuğu oldu. Birincisine Gök, İkincisine Dağ, Üçüncüsüne Deniz adlarını koydular. Ondan sonra Oğuz büyük bir şölen verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı, türlü aşlar, türlü şaraplar, kımızlar yediler ve içtiler. Ziyafetten sonra Oğuz Han beylere ve halka yarlık verdi ve dedi ki;
Ben sizlere kağan oldum
Yay ile kalkanı alalım (alın)
Mutluluk ve başarı sembolümüz olsun
Savaşta parolamız “Gök Kurt “ olsun
Demir kargılar(ımız) orman olsun
Av yerinde kulanlar yürüsün
Hem deniz hem ırmaklar (aşalım)
Bize gün tuğ, gök te çadır ol(sun)
Yine ondan sonra Oğuz Han, dört yana emirler yolladı, bildiriler yazdı. Bu bildirilerde;
“ Ben Uygurların Hakanı oluyorum.(öyle ise) yeryüzünün dört köşesinin Hakanı olsam gerektir. Sizlerden itaat dilerim. Kim emirlerimi dinlerse hediyelerini kabul eder, dost tutarım” dedi. Kim emirlerimi dinlemezse gazaba gelip, asker çekip düşman tutarım, ansızın basıp astırır, dediğimi de yaparım”. Dedi.
Göktürk alfabesiyle yazılı bulunan ilk anıtlar 6.cı yüzyıla aittir. Bundan 200 yıl sonra bu yazının daha geliştirilmiş şekline rastlanılmış ve bu yazı ile yazılmış bir hayli taş günümüze kadar gelmiştir.
Sevgili okuyucularım haftaya görüşmek umuduyla yazıma son verirken lütfen sevdiklerimizi COVİD -19 virüsünden koruyalım. İnsanlığın başına bela olan Korona virüsü el ele vererek, maskemizi takarak hep birlikte yeneceğiz inşallah…
Kaynak: Kemal Zeki Gençosman
Daha önce değişik mahalli basında yazdığım köşe yazılarıma uzun bir süre ara vermiştim. Bundan sonra basın yayınlarına haftalık olarak devam eden “Malatya Tarafsız” gazetesinde sizlere atalarımızın vatanımızın kurtarılması için canlarını feda ederek bize bir vatan bıraktıklarını, savaşlarımızı, cephe anılarını, şehitlik ve gaziliği zamanla anlatmaya, yazmaya başlayacağım.
Sevgili okuyucularım bu hafta tarihimizde kahramanlıkları ifade eden Türk Destanlarıyla başlayacağım. Destan kelimesi dilimizde çeşitli anlamları kapsadığından hikâye, efsane, masallarda ağızdan ağıza sözlü gelenekle yapılmışlardır. Tabii çoğu destanlarımızın kahramanları efsaneleşmiş kişilerdir. Destanlar bir ulusun ortak malı olup bazen de bir ülkenin kuruluşunda yer alan kahramanları anlatmaktadır. Çünkü destanlar bir ölçüde adandığı ülkenin tarihçesidir.
Tarihimizde bilinen en eski Türk destanları, Türk destanları diye bilinen ilk Türk Devleti “Sakalar” çağından kalma Alp Er Tunga ve Şu destanlarıdır. Alp Er Tunga, Türk-İran savaşlarında yiğitliğiyle tanınan Türk kahramanının adıdır. “Şu “ destanın kahramanı olan “Şu“ , Milattan önce 4.yüzyılda yaşamış bir Saka Hükümdarı olduğu sanılmaktadır.
Destan, Makedonyalı Büyük İskender’in Asya seferinde Türklerle savaşmayı göze alamadığını ve İskender ordularına bir gece baskını yapan Türklere nasıl yenildiğini dile getirmektedir.
Alp Er Tunga ve Şu destanlarından sonra bilinen en eski Türk destanı Oğuz Destanıdır. Destanın Uygur harflerle yazılmış olan asıl metni Fransa’nın Paris kütüphanesinde bulunmaktadır.
Sevgili okuyucularım, Oğuz Han destanında;
“ Günlerden bir gün Ay Hakan’ın göğsü yarılıp yavruladı. Erkek oğul doğurdu. Bu çocuğun yüzü mavi. Ağzı ateş gibi kızıl, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Güzel perilerden daha güzeldi. Çocuk annesinden ilk sütü emdi, bir daha emmedi. Dile gelmeye başladı, kırk gün sonra büyüdü, yürüdü, oynadı. Ayakları öküz ayakları gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibiydi. Bütün vücudu tüylü idi. At sürüleri güder atlara binerdi. Günler ve gecelerden sonra bir yiğit oldu…
O çağda bu yerde büyük bir orman vardı. Birçok dereler ve ırmakları olduğundan burada avlar ve kuşlar çoktu. Bu ormanda büyük bir “gergedan yaşadığından at sürülerini ve halkı yerdi. Oğuz Han, bu gergedan’ avlamak diledi. Günlerden bir gün mızrak, yay, ok, kalkan ve kılıç ile ava çıktı. Bir geyik ele geçirip onu söğüt dalıyla bir ağaca bağladı ve gitti. Sabah olup tan yeri ağardığında gelip gördü ki gergedan, geyiği almış. Gene bir ayıyı yakalayıp yine ağaca bağlayıp gitti. Yine sabah olup tan yeri ağardığında gelip gördü ki gergedan ayıyı da almış.
Bu sefer o ağacın dibinde durdu. Karanlık olup gergedan geldi ve başıyla Oğuz’un kalkanına vurunca Oğuz da kargı ile gergedanın başını vurarak onu öldürdü. Kılıcıyla başını kesti, aldı, gitti…
Gene günün birinde, bir yerde Oğuz Han tanrıya yalvarmakta idi. Karanlık bastı, gökten bir mavi ışık indi. Günden, aydan daha parlaktı. Oğuz bu ışığa doğru yürüdü ve gördü ki o ışığın içinde bir kız vardı. Yalnız oturuyordu, çok güzel bir kızdı, başında ateşli ve parlak bir beni vardı. O kız öyle güzeldi ki gülse Gök Tanrısı gülüyor, ağlasa Gök Tanrısı da ağlıyordu. Oğuz onu görünce deliye döndü, gitti, sevdi, aldı…
Günler ve gecelerden sonra üç tane oğlan doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız adlarını koydular. Gene bir gün Oğuz han, ava gitti. Karşısında bir gölün ortasında bir ağaç gördü. Bu ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu, çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha mavi, saçları ırmak gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. Oğuz onu görünce aklı başından gitti, yüreğine ateş düştü, onu sevdi, aldı…
Günlerden ve gecelerden sonra üç erkek çocuğu oldu. Birincisine Gök, İkincisine Dağ, Üçüncüsüne Deniz adlarını koydular. Ondan sonra Oğuz büyük bir şölen verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı, türlü aşlar, türlü şaraplar, kımızlar yediler ve içtiler. Ziyafetten sonra Oğuz Han beylere ve halka yarlık verdi ve dedi ki;
Ben sizlere kağan oldum
Yay ile kalkanı alalım (alın)
Mutluluk ve başarı sembolümüz olsun
Savaşta parolamız “Gök Kurt “ olsun
Demir kargılar(ımız) orman olsun
Av yerinde kulanlar yürüsün
Hem deniz hem ırmaklar (aşalım)
Bize gün tuğ, gök te çadır ol(sun)
Yine ondan sonra Oğuz Han, dört yana emirler yolladı, bildiriler yazdı. Bu bildirilerde;
“ Ben Uygurların Hakanı oluyorum.(öyle ise) yeryüzünün dört köşesinin Hakanı olsam gerektir. Sizlerden itaat dilerim. Kim emirlerimi dinlerse hediyelerini kabul eder, dost tutarım” dedi. Kim emirlerimi dinlemezse gazaba gelip, asker çekip düşman tutarım, ansızın basıp astırır, dediğimi de yaparım”. Dedi.
Göktürk alfabesiyle yazılı bulunan ilk anıtlar 6.cı yüzyıla aittir. Bundan 200 yıl sonra bu yazının daha geliştirilmiş şekline rastlanılmış ve bu yazı ile yazılmış bir hayli taş günümüze kadar gelmiştir.
Sevgili okuyucularım haftaya görüşmek umuduyla yazıma son verirken lütfen sevdiklerimizi COVİD -19 virüsünden koruyalım. İnsanlığın başına bela olan Korona virüsü el ele vererek, maskemizi takarak hep birlikte yeneceğiz inşallah…
Kaynak: Kemal Zeki Gençosman